
Eski romanlarımız okudukça bizi o dönemlerin havasına, yalılara ve eski İstanbul’a sürükler. Çoğu romanda insanların dikkatini çeken çarpıklaşan ilişkiler, mutsuz ve zenginlerin hayatlardır. Açıkçası benim dikkatimi birey olamamış ve erkeklerin gölgesinde kalmış kadın ile çocuk kalmış ilkel erkek tiplemesi sadakatsizlik ve mutsuzluk temalarından çok daha fazla çekiyor. Öncelikle belirteyim Türk klasiklerini oldukça sever ve sıkılmadan okurum, burada anlatacağım hiçbir şey romanlara veya yazarlara dair bir eleştiri niteliğinde değil.
Öncelikle Eylül romanının ana kadın karakteri Suad’ın güçsüz ve dengesiz biri olması hayli can sıkıcı geldi. Bu durum sadece bu romana has değildi tabi. Çoğu romanda söz sahibi olup konuşan kadınların kötü ve fena kadınlar olduğu, iyi kadınların ise genelde sessiz kadınlar olduğu gözümüze sokuluyor. Kocası istiyor diye birçok şeyi yapan suskun Suad, kocası Ali bey evden kovunca ağlayarak baba evine giden Fitnat’ın annesi, korkak bir erkeğin sevgi kırıntısında özgürlük arayan cariye Dilber gibi suskun kadınlar her romanda mevcut. Ve evet neredeyse çoğu ana kadın kahraman sessiz, boyun eğen ve çile çeken kadınlar. Eylül romanını okuyanlar bilir; iç dünyasında tek amacı aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey havası olan Suad elbette bu sadakatsiz davranışının vicdan azabını çekiyor. Ancak yine de ne yardan geçiyor ne de kurulu düzeninden. Kocası ona karşı sadece evde bir ses, işlerini yapan ve yanında oturan biri olarak bakıyor.
Kadınlara verilen değeri Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eserinde kocası tarafından evden kovulan bir kadının ağzından Şemseddin Sami şöyle anlatıyor:
“Ah zalim, ah hain! Ben onu o kadar seviyordum; O ise beni aldatmak için seviyorum diyordu. Yalandan bir sevgi gösteriyordu… Beni gerçekten sevseydi böyle sebepsiz kovar mıydı? Ah erkeklerin sevgisine inanmak,onların sadakatine aldanmak ne büyük kabahat… Ah zavallı biz kadınlar! Biz, evlendiğimiz zaman sanırız ki bir koca, bir arkadaş alıyoruz. Hâlbuki erkekler bize o gözle bakmıyorlar.!”
Aslında dönem geçtikçe ilerleyen kadın erkek ilişkisiyle beraber durum bundan ibaret değil fakat ataerkilliğin bu denli aleni işlendiği eserler saymakla bitmez. Romanlarda biraz daha baskın olan karakterlerden biri olan Zehra (Nabizade Nazım) ise alttan alta içinde haset olan bir kadın olarak yansıtılmıştır. Romanların çoğunda erkeklere mahkum haldeki kadınların aksi yansımaları taşıyan kahraman kadınlar oluşturan yazarlardan biri Halide Edip’tir. Onun romanlarında kadınlar aşka muhtaç değillerdir. Kendi ayakları üzerinde durabilen, sağlam düşünen kadınlar yazar. Bu açıdan belki de kadın karakterlerini en sevdiğim yazar Halide Edip Adıvar olabilir. Kendisi de güçlü bir kadın olduğu için romanlarında da kadınları erkeklerin gölgesinde ezmemiş aksine yan yana durdurmuş, o dönem romanlarına yan bir bakış atmış diyebiliriz.
Kadın erkek ilişkisinde dengeye değinen bir diğer yazar da Sabahattin Ali’dir (ki kendisinin yazı dilini oldukça severek okur aynı zamanda örnek alırım.). Sabahattin Ali kadın erkek ilişkilerine dair şu sözleri söyler:
“Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bir erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkar (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve her şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkartmalıdır. Memleketimizin kadın ve erkeklerini, biri diğerini sürükleyen ve taşıyan değil, el ele ve aynı tempoda yürüyen iki mahluk olarak göreceğimiz günün uzak olmamasını dilerim…”
Ben de Sabahattin Ali’ye katılarak umarım kadın ve erkek birbiriyle yarışmak yerine el ele yürümeyi öğrenerek hayatı her iki cinsiyet için de yaşanır kılabilir diyorum. Umarım bu denge tüm televizyon dizilerine, filmlere, kültürümüze ve eserlerimize de sağlıklı biçimde yansır. Güzel günlerin çok da uzak olmaması dileklerimle.